Son Şam
Çarşısı pazarı, camisi türbesi, dergâhı berzahı, âlimi şairi, sineması kahvesiyle kadîm Şam’ın henüz mahremiyetini saklayıp muhabbetini sakınmadığı son devri, hayret makamında ince bir dikkatle anlatılıyor Son Şam’da.
Şam sevgisini Şam bilgisini arttırmak, aradığını kolayca bulacak Şam seyyahlarını çoğaltmak için Şam’da tutulan notlardan oluşan kitap, kadîm şehrin başına gelenler yüzünden bugün, kulak vermeyle duyulamayacak, aramayla bulunamayacak, bakmayla görülemeyecek tarihe karışmış kadîm Şam hayatını, satırlarla duyurup göstermeye çalıştığından şehrin, Kıyametten Bir Önceki Sûret’ini çiziyor.
Terörist
Terörist. Zaman zaman hayat denilen bu zorlu yokuşu inadına tırmanır O. Varoluş konçertosunu besteler durur. Esaslı bir amaç taşır sonsuzluk sahnesinde her eyleminde. O, Kral Oidipus gibi kim olduğunu sorar, Doktor Faust gibi ruhundan kovulur, Prens Hamlet gibi eylemlerinin içinde ölür. Eşsiz anlara şahitlik eder ‘kendim’ dediği öz aynasının karşısında an be an.
O, sadece bir Adam’dır. Şairin dediği gibi yuvarlağın köşelerini bulmaktır bütünüyle zorlu işi. Aşka gönül ile düşmek ve yanmak, zekâ ile düşmek ve kavrulmak, akıl ile düşmek ve çıldırmaktır sonu! Duyguların gülünç cezasına çarptırılmak, aşka düşemeden kalabalığa karışmak, ezilmektir elinde kalan! Ölmeden önce sersem sersem bakınıp durmadan bir yol seçse de ölmektir oyununun sonu!
Terörist, sıradanlaşan modern insanın, hayatın ve varlığın hakikatini sorgulama sürecinin sıra dışı, güçlü ve çarpıcı bir ifadesi. Bu sorgulama süreci bizden, sahneleme ve oyunculuk açısından, ancak hakikatle buluştuğunda anlam kazanan özgürlük iradesi ve hayal gücü talep ediyor. Modern tiyatronun maskesini düşüren bu yeni yüz arayışında, oyun, kökleri akıldan, felsefeden ve şiirden beslenen bir başkaldırıya dönüşüyor.
Toplumsal Gerçeklik ve Roman
Toplumların hafızası, insanın bedeninde ve ruhunda derin izler bırakıp zamanla yavaş yavaş unutulduğu zannedilen ama aslında hep orada varlığını devam ettiren sancılı dönüşüm süreçlerinde ortaya çıkan acı tatlı hatıraların, duyguların ve anların bir toplamı gibidir. İşte sosyoloji de bu hatıralar bütününü hem kalbinde hem de zihninde taşıyan kolektif şuurun, toplumsal belleğin sistemli bir değerlendirmesini yapar. Böylelikle toplumun kültürel ve sembolik dünyasında kalan tesirlerin izini sürerek geçmişin yükünü çözümler ve bugüne taşır. Elbette dönüm noktası niteliğindeki sosyal/kültürel olayları çözümleyen böylesine derinlikli tahlil ve çalışmalar için de bu önemli toplumsal alt-üst oluşları ele alan ya da bu dönemlerde üretilen edebî metinler yol gösterici bir nitelik taşır.
Toplumsal Gerçeklik ve Roman: Servet-i Fünûn Dönemi Türk Romanı’nda Birey ve Toplum, böylesi titiz bir çalışmanın ürünü. Üstelik siyasî şartlar nedeniyle toplumsal sorunlardan bilinçli bir uzaklaşmanın gözlendiği Servet-i Fünûn Dönemi’ni, bu dönemde yazılan romanlardan yola çıkarak değerlendiriyor. Elinizdeki kitap, bütün bu ayrıntılı tasvirlere yer verirken Cemil Meriç’in “çöken ülkeyi 33 sene ayakta tuttu” diyerek iradesini tasdik ettiği iktidarın edebî eserlere nasıl yansıdığını da gözlemliyor. Böylelikle romanın toplumsal alanla karşılıklı etkileşimini anlamaya çalışarak yalnızca sosyolojiye değil edebiyata da katkı sunuyor.
Türkiye’de İslamofobik Retorik
Antik dönemde Yunanistan dışında yaşayan toplumlara Yunanlıların ‘barbar’ deyişi, modern zamanlarda Batılıların Batı dışı kültürlerin insanlarını ötekileştirmesinin esin kaynağını oluşturur. Aydınlanma sürecinde bile Batı, Doğu’yu ötekileştirmek için genetik kodlarından yola çıkarak ‘barbar’ yakıştırmasını seçer. Böylece Doğu dillerine, edebiyatlarına, kültürlerine, inançlarına karşı ötekileştirici yaklaşım derinleşir. Batı’da 19. yüzyıldaysa daha sonraları oryantalizme dönüşecek folklor araştırmalarıyla tanınmaya çalışılan Doğu, İslam üzerinden yeniden yorumlanır ve Müslümanları ‘öteki’leştirmenin yeni bir aşamasına gelinir. Bu aşamada İslam diniyle Müslümanlar şiddetle, terörle ilişkilendirilerek İslamofobik bir retorik geliştirilir.
Türkiye gibi nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerdeyse insanların İslam ve Müslüman algılarını değiştirmek (kısmen) zordur. Buna rağmen ülkemizde de 2000’li yıllara doğru giderek yoğunlaşan İslamofobik bir retoriğin kurgulandığı bilinmektedir. Elinizdeki kitap, Türkiye’de üretilmek istenen İslamofobik dili (devrin) Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerinden Refah-Yol Hükümeti örneğiyle inceliyor.
Türkiye’de Sinema
Türk Sineması tanımlaması, öncelikle sinema tarihinin neşet ettiği yere ve ilgili coğrafyaya işaret ediyor. Mimari, müzik ve edebiyat gibi diğer bütün sanat dalları için de geçerli olacağı üzere, sinemaya da nitelik kazandıran asli unsur, öncelikle kendisinden neşet ettiği toplumun ve coğrafyanın tecrübe ettiği tarihsel kimliğe, değişim ve dönüşüm süreçlerinin açık bütünlüğüne nispetidir. Bu çerçevede Türkiye’de Sinema, sinema tarihi yazımının ülkemizde karşılaştığı sorunların kaynağına eğilmeyi deniyor, yeni ve farklı bütüncül yaklaşımların gereğine işaret ediyor, alternatif bir tarih yazımı için tartışma imkânı sunuyor. Bu maksatla, öncelikle geniş bir tarih muhasebesi ve dünya perspektifine nispetle Türkiye’nin durumu sorgulanıyor, tarih ve yazımına ilişkin süreçler tartışılıyor ve nihayet kitabın odak noktasını teşkil eden Türkiye’deki sinemaya geçiş yapılıyor.
Türkiye’nin Kaderi
Türkiye’nin Kaderi, kendi hikâyesini bulmaya çalışan ülkemizin; aydınlarımızın, entelektüellerimizin, şairlerimizin hakikat karşında nasıl konumlandığını cesurca tartışıyor. Kitapta, dönem dönem ülkemize yönelen Batılı şokların tahribatından kurtulmamızı sağlayacak yerli tefekkürün enteli jansiyamızca nasıl görmezden gelindiği, ötelendiği buna karşılık popülist kültürün neden/nasıl tercih edildiğine dair çıkarımlar yapılıyor.
Celâl Fedai, kürsel kapitalizmin sıradanlaştıran, kitleleştiren, tektipleştiren yoğun algı dayatmalarına direnme yollarını araştırıyor. ‘Bilinç’le ‘amel’ olgularının ‘kaderimiz’deki olası derin ve farklı etkilerini bu iki olguyu birbirinden sıradışı bir bakış biçimiyle ayırarak irdeliyor. Dünya hego manyasının Türkiye’ye biçtiği konumla Türkiye’nin geçmişinden devralmak zorunda olduğu tarihî sorumluluğun birbiriyle nasıl çeliştiğini araştıran yazar, tarihî sorumluluğumuzdan neden kaça mayacağımızı geniş bir kültür envanterini gözden geçirerek ortaya koyup ülkemizdeki İslâmî tefek kürün izini sürüyor.
Üç Günlük Dünyanın İkinci Günü
İlişkilerin, arkadaşlıkların, birlikteliklerin giderek farklılaştığı, âhenksizleştiği, tavsadığı ve yer yer kopmaya başladığı varsıl ve hüzünlü yalnızlıkların herkesi psikologlara düzenli ziyarete zorladığı vaktin öyküleri anlatılıyor Üç Günlük Dünyanın İkinci Günü’nde. Yaş aldıkça içlerine düşen yıkımı ‘bir zamanlar olduğu gibi’ beraberliğin esenliğiyle aşmanın ne derece mümkün olduğunu sorgulayan öykü kahramanları ‘Ne ara bu hâle geldik?’ sorusuyla karakterleştiriliyor. Üçe bölündüğü farz edilen ömrün ikinci evresinin serüvenlerinin anlatıldığı öykülerin tematik merkezi iç dünya.
Uluslararası Medyada Türkiye Karşıtlığı
Batı medyası, dünyadaki zihin enerjisini; üreten ve tüketen zihnin enerjisi diye ikiye ayırıyor. Onlara göre Batılı kodlarla çalışma-yan zihin, kendine sunulanı tüketmek zorunda. Örneklerle Uluslararası Medyada Türkiye Karşıtlığı, Batılıların “tüketen zihin” algısına örneklerle itiraz ediyor. Kitabı oluşturan metinler, Türkiye’de iç siyasetle dış politikanın yoğunlaştığı süreçlerin dökümü niteliğinde. Ayrıca kitap, iç siyasetle dış politikanın ateşinin hem yükseldiği hem de düştüğü zamanlarda yabancı medyada yayımlanan köşe yazıları, haberler, fotoğraflarla Türkiye karşıtlığının hız kesmemesini gözden geçirip bu tutumun sebeplerini sorguluyor: Batı medyasının, Türkiye karşıtlığını, statik bir anlayışa dönüştürmesinin tarihî mirasla, kültürel dinamiklerle ilgisi tartışılıyor. Türkiye’nin çevresiyle ilişkilerinde “gelişmeleri dikkate izliyoruz” tavrını bir tarafa bırakıp gelişmelere müdâhil olması, gücünü ve operasyon yeteneğini arttırmasının Batı medyasına yansımalarını sunuyor.
Örneklerle Uluslararası Medyada Türkiye Karşıtlığı, medyatik üretimlere kuşkuyla bakmayı, onları sorgulamayı, analizi ve düşün-sel diriliği öneriyor.
Üsküp Konuşmaları
Medeniyetlerin kolektif ruhu vardır. Mekâna, tarihe, kişiliğe, zamana ve yaşam biçimine sinen bu kolektivite, o medeniyeti anlamamıza imkân verir. Şehirde, mekânda, tarihte ve kişilikte görünen bu kolektivite, aslında okunacak bir kitap, yorumlanacak bir hikâye, terennüm edilecek bir beste veya iman edilecek bir Yüce yaratıcıya, doğru yaklaşanların anlayacağı bir şekilde kendinden olana âdeta üfler. Bu yönüyle genelde Rumeli, özelde Üsküp, o şehri hayâlinde yaşatan Yahya Kemal’in dilinde de çeşitli imge, simge ve algılarla insanın belleğiyle gönlünde konumlanmış bir medeniyetin temsilcisidir.
Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir şiirinde Üsküp ki Şar Dağ’ında devamıydı Bursa’nın/Bir lâle bahçesiydi dökülmüş kanın ifadesi; özlemin, millî benliğin, kimliğin ve muhayyilenin sevgiyle, özlemle ve hayranlıkla dile gelişinden başka bir şey değildir.
Bu yönüyle Üsküp, medeniyetimizin kimliğini ve kişiliğini oluşturan, tarih, millet, medeniyet, vatan, din duygularını geliştiren ve ileride yeni inşalara da yansıyacak pek çok değeri barındıran güçlü bir potansiyeldir.
O Üsküp’te ki medeniyetimizin hezimetinin sarsıntılarını en yakından duyan serhat şehri, kahramanlık hikâyelerimizin mekânı, İmparatorluğumuzun feci yıkılışını ve bir daha geri gelmeyecek olanın doğurduğu büyük üzmitsizliği ancak şanlı ve güzel eski günlerini hatırlamak suretiyle telafiye çalışan ‘kuğunun son şarkısı’ kadar güzel bir şehir…
Hiç kuşkusuz Üsküp’te tarihi, edebiyatı, dini, kültürü ve eğitimi konuşmak, aslında medeniyetimizin kolektif ruhunu bir başka ifadeyle yitik hafızayı arama, yenileme, inşa etme ve bulma gayretidir.
Ütopya ve Modern Dünya
Gerçeklik, sefalete erdiğinde düşlere sığınan Batılı zihin, kurguladığı ideal toplum ve devlet düşüyle yaşadığı sefaleti dönüştürmeyi dener. Böylece ütopya, düşle gerçeğin çatışmasından doğan, gerçeklikten kaçışın, dünya cenneti arayışının süreği olur. Ancak bu denklem, sondan başa doğru gidilerek kurulursa ideal toplum ve devlet tasarıları tahlil edilerek ütopik bilincin varoluş sebebine yani sefil gerçekliğe ulaşılır. Hangi ideal tasarılar, hangi sefil gerçekliklerin sonuçlarıdır? Ütopya ve Modern Dünya, bu sorunsalı merkeze alıyor.
Batı’da düşle gerçek çatışmasından ütopya doğuyor da aynı çatışma, İslâm dünyasında neden Batı’daki gibi sonuçlanmıyor? Öte yandan ütopik bilinçle ütopyaların ideolojilere, moderniteye, modernitenin gelişimine etkisi olmuş mudur? Günümüz dünyası ütopyalardan nasıl etkilenmiştir? Ütopya ve Modern Dünya’da bu soruların cevapları aranıyor: Gerçeklikten ütopyaya, ütopyadan gerçekliğe uzanan iki farklı okuma/düşünme biçimiyle analizler yapılarak günümüz dünyasıyla ütopya arasındaki bağlantılar inceleniyor.
Uyanmışlar
Endülüs’te XI ve XII. yüzyıllarda yetişen eşsiz kişiliklerle dünya tarihini derinden etkilemiş, Doğu’yla Batı arasında muazzam bir düşünsel köprü kurulmuştur. Henüz Ortaçağını yaşayan Batı, kadim Yunan felsefesini Endülüs düşünürleri sayesinde tanımış ilerleyen süreçte de Reform ve Rönesans gibi dinsel, düşünsel ve bilimsel atılımlar yapabilmiştir. İslâm düşüncesinin de Yunan felsefesine karşı tutum alışı dünya mirasına Endülüs’ün en önemli katkısıdır.
Dünya düşünce geleneğine katkıları tekrar tekrar incelenmesi gereken Endülüs, yetiştirdiği İbn Rüşd, İbn Tufeyl ve Yahudi düşünür Musa İbn Meymun’la Uyanmışlar’da konu ediliyor. Jacques Attali, Endülüs’ün düşünsel olgunluğunu farklı dinî, felsefî, düşünsel kimlikler (İbn Rüşd’le Musa İbn Meymun) üzerinden aktarıp onların düşünce hayatını, insanî mücadelesini tarihî gerçeklerden yola çıkarak sunuyor. İki uyanmış, evrenin ve ölümsüzlüğün sırrını içeren, herkesin anlayamayacağı sadece seçilmiş/uyanmış bazı kişilerin kavrayabileceği, insanoğlunun yazdığı en önemli ve benzersiz kitabın izini sürerken bir başka uyanmış İbn Tufeyl’le, Hayy Bin Yakzan’la yüzleşiyor: Uyanmışlar adı daha çok da bu yüzleşmeden geliyor.
Uyanmışlar’la Jacques Attali okura, roman tadında felsefe, düşünce ve tarih atlası sunuyor.
Uzaklık Yaralar
Duygu, düşünce, his, hayal, heyecan ve korkuların sinir uçlarını uyararak onları, yabancı bir memlekette, uzak bir diyarda ya da bir hapishanede veya çocukluğun zihnen yakın mekânlarında yeniden var olma atmosferine çeken öyküler; kısa, açık, yalın dokunuşlarla tam o anda anlatılıyor. Uzaklık Yaralar’ın öyküleri, ân geçip gitmeden, yeni ânlara eklenip geçmiş zaman kipine dönüşmeden, çaresizce yitireceğimizi henüz yitirmeden ânın fotoğrafını Tam O Anda çekmeyi öneriyor.
Uzaklık Yaralar’da uzayıp giden iç konuşmalardan, tartışmaya varan düşünce gelgitlerinden uzak; öykü girdaplarından, anlatma şehvetinden sıyrılan metinler, damıtılmış bir öykü atmosferi oluşturuyor.
Vadiler
Vadiler, toplumsal dokumuzu oluşturan farklı varoluş biçimlerinin; farklı algı, dikkat, bilinç ve eğilim düzeylerinin insanî yıpranma, kırılma ve kopma sebeplerini; insanımızın yalnızlaşma sürecini kurguyla gerçek arasında bir sınırda öyküleştiriyor. Yazarın diğer öykü kitaplarından tanıdığımız kahramanlarını yeni gerçekliklerle yüzleşirken buluyor, onlarla yeniden özdeşleşiyoruz.
Viyana’dan Gülümser Gibi
Okuru, Viyana’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Viyana’ya taşıyan öyküleriyle Viyana’dan Gülümser Gibi uzun yıllar önemli olayların, önemli hikâyelerin içinde yaşayan Avrupa’daki Türklerin kendi hikâyelerini anlatma çabasının ürünü. Kurduğu sağaltıcı atmosferiyle, öykü kahramanlarını; kendileri, çevreleri ve hayatla ilgili düştükleri ikilemden çıkarmayı başaran Viyana’dan Gülümser Gibi, insanın yabancılığın içinden çıkma serencamını anlatıyor.
Kendi kökü, dili, kültürüyle yaşadıkları toplumun dili, kültürü arasında gidip gelen ama hayatı anlamlı bir hikâye olarak görmeye çalışan öykü kahramanları, okurlara hayatlarına ve sınırlara yeniden bakmalarını salık veriyor.
Yabancılar Dairesi
Yabancı bir ülkede bir yabancı olmak… Ülkesinin sınırlarını aşan birçok insanın mutlaka yolunun düşeceği yerdir Yabancılar Dairesi. Soğuk odalar, gergin bekleyişler, asık suratlar, Fatma Türk’ün kurgu dünyasında yepyeni bir özellik kazanıyor. Damıtılmış bir dille, uzun koridorlardaki bekleyişler sürerken yazar okurunu Batı ve Anadolu efsaneleri arasında dolaştırıyor.
Yaprağın Düştüğü
İnsan hayatının çeşitli yansımalarını sade ve etkili bir dille aktaran İsmail Demirel öyküleri, modern insanın yüzleşmek zorunda kaldığı çetrefil durumlara odaklanıyor. İnsanın; hastalık, acı ve hüzünle baş etme çabaları, yaşamın incelik ve sadeliğiyle şekilleniyor. Ontolojik kaygılar çeken karakterlerinin anlam arayışı yansıyor öykülere. Yazar, modern dünyanın vaadinin gerçekleşmemesinin kişide uyandırdığı izlenimlere, sıradan insanı özel kılan arayışlara yönelen dikkatiyle insana değen birçok ayrıntıya temas etmeye çalışıyor.
Yaprağın Düştüğü; türkülere yansıyan ince sevgileri, sokakların dilini, hastane kederlerini, güvercinleri, ağacı kaybeden yaprağı ve mahallelerde, semtlerde, kasabalarda insanların yalnızlıklarını anlatıyor.