Acayip Melodram
Acayip Melodram’daki öyküler kurmacayla gerçeklik arasında gidip gelen kahramanların dünya algılarını anlatmayı deniyor. Kurmacanın imkânlarıyla okura, hayatın özünü ve anlamını hatırlatan öyküler, evrenin ve insanın daha yakından görülebileceği farklı bakış açıları teklif ediyor. Yazar, çocuk kahramanların gözünün önünde gerçekleşen, büyüklerinin yaşantılarındaki hayal kırıklıklarını, ihtiyarların gençliklerine bakışlarını, insanlar arasındaki gizli çıkmazları, hayatın ağrılarını bazen tabuttan bazen kuyudan ama her öyküde okura ulaşabilecek mesafeden anlatıyor.
Analog Öyküler
‘Gerçeğin hakikatinin ne olduğu’ felsefenin, bilimin, sanatın yüzlerce yıl tartışageldiği temel sorunsal. Türümüz, hakikat arayışı bağlamında gerçekliğe bakmayı, gerçekliği yorumlamayı bu bağlamda tutkuya dönüştürüyor. Fotoğrafın sunduğu gerçekliğin yorumu; dil, bilgi, deneyim ve hayal gücüyle birleşerek somuttan hakikate uzanabiliyor. Eski fotoğraflara tekrar tekrar bakarak onları, yepyeni bakış biçimleriyle defalarca anlamlandırmamız hakikate yaklaşma istencimizin sonucu değil mi?
Analog Öyküler, objektifi, doksanlı yıllar Anadolu’sunda yaşanan hayata odaklayarak bazen keyifli, sevinçli, neşeli, uçarı bazen durağan, kederli, acılı, buruk ama hep yoğun hep sıcak hep yalın insanî ânları yakalayıp dondurarak bitimsiz bir geziye çıkarıyor görür/okuru. Kitapta yetmiş dokuz fotoğraf, yetmiş dokuz bakış biçimiyle bazen öykü, bazen şiir, bazen değini, değerlendirme formunda ân, anlam ve hakikat arasındaki bağlantıyı disiplinler arası bir çabayla yorumluyor. Sezgin Güvel’in keskin dikkatiyle çektiği fotoğraflarda hayatı bütünüyle keşfetmiyoruz belki ama hayatın temel ögelerini, temel erdemlerini yakalıyor; hayatın bir kesitini ‘ân’a sığdırıyor ve yaşamaya dair yalın, doğal, dolaysız ama her defasında çok çarpıcı, çok şaşırtıcı, çok sarsıcı imgelerle karşılaşıyoruz.
Bazen baktığımız yer aynıdır da gördüklerimiz birbirine hiç benzemez. Analog Öyküler’de sanatçının çektiği fotoğraflar başka başka gözlerden, dikkatlerden yorumlanıyor. Atlar, çocuklar, duvarlar, denizler dağlar, bir dolu şey fısıldıyor ve herkes, o fısıltılardan duyduklarını bizlerle paylaşıyor. Duygular resmedilmiyor tam tersine fotoğraflar duyguların tercümanı oluyor. ‘O ân’ı yaşatan bu fotoğraflar, yıllara yayılan emek yoğun bir çabayla çekilmiş. Farklı disiplinleri bir araya getirmesi açısından da örneğine çok fazla rastlamadığımız bu çalışma bize, bir süreliğine de olsa başka dünyalara yolculuğu vaad ediyor.
Anarşist Karga
Çağın karmaşası, insanı acımasızca öğütürken öykü, modern dünyaya, yaşananlara, gerçekliğe karşı bir tavır alma biçimidir. Yaşamın girdapları içinde hikâyemizi, en çok da insanımızı kaybederken sahih bir ses arayışımız öyküye de yansıyor. Bütün hesapları bir kenara bırakıp kalbimizle eşlik edeceğimiz bir ses… Nurullah Aydın, imgelerle kurulu kurmaca evreninden bu sese çağırıyor bizi. Kurduğu öykü atmosferi, aradığımız sesi duyulur kılıyor. Okur, öyküler boyu yazarla birlikte yürüyor, yazarın sesine karışıyor. İhtiyacı olan sesi yazarla birlikte arıyor.
Arafta Uçan Kelebekler
Avrupa’da yaşayan Türkler, uzun yıllar önemli olayların, önemli hikâyelerin içinde buldu kendilerini. Bazen kahramanı, bazen izleyicisi oldular Avrupa’da geçen zamanın. Ama şimdiye değin yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini yazmaya, paylaşmaya ne vakit, ne dil bulabildiler. Avrupa’nın üçüncü kuşak Türkleri, hikâyelerini anadilleriyle anlatmaya başlıyor: Arafta Uçan Kelebekler, böyle bir dil, anlam ve vakit arayışının ürünü.
Kurduğu büyülü dünyanın içinden başka bir ihtimale selam veriyor Ecem Tuba Hızarcı. Yalın bir dil ve zihinsel bir akışla okuru şaşırtmayı beceriyor. Hadi itiraf edelim, okur dediğimiz zaten şaşırtılmayı beklemez mi? Şaşırmak ve şaşırtmak. İkisi bir arada bir ilk kitap.Aynadaki Kadınlar
Özlem Karapınar, Aynadaki Kadınlar’da içerde ve dışarda insanı saran kısık seslere odaklanarak kuruyor öykülerini. Yüksek bir yerden bağırmaktansa okura çok yakınından fısıldamayı tercih ediyor. Derman arayan kadınların arayışlarını nerelerde sürdüklerine odaklanıyor. Kısa, açık, yalın dokunuşlarla kahramanların yolculuklarına ortak oluyor. Karapınar’ın öykü dili, meselesini anlaşılır kılmakla birlikte temanın bir öğesi hâline geliyor. Kendine has, sakin, soğukkanlı, derinden üslubuyla tartışmaya açık gelgitlerden uzak, iyi bir ilk kitap sunuyor okura.
Aynadaki Kadınlar’da devlet yurtları, kapılar, aynalar, valizler, müdürler, ders notları, rüyalar, balkonlar, mezarlıklar ve sokaklarla kurduğu öykü atmosferinde bıçak sırtı kararları, aynaları birbirlerine ve hayata tutan kahramanları, içlerindeki şeytanı susturmaya çalışanları, hayalleri olmayan kızları, hayatı cam kenarında titrek kelebekler gibi bekleyerek sürdürenleri, kısa bir buluşmada söze dökülen kelimelerin söndürdüğü umutları, kalabalığın arasında kendini haşere gibi hissedenleri, göz gözü görmez sislerin içinde birbirini arayanları, kırık bir can parçasının açtığı boşluğu, tuz buz olmuş hayatları ve daha bir çok şeyi anlatıyor Karapınar.
Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı
Ümit Köksal, güzel anlatmak ve güzeli anlatmak üzerine kurduğu örgülerle aileyle toplumlu bir arada tutmaya yönelik, tarihî karakterleri tanıtmayı, geçmişle an ve gelecek ilişkisi kurmayı deniyor.
Bakakaldığı Yerlerin Sıradanlığı’nda sağır bir kızın başarı hikâyesiyle hayata tutunması, salyangoz toplayan çocukların gayretleri, Hafız Osman hattıyla Doğu-Batı tasvirlerinin alegorisi, babayla çocuk arasındaki bağ, dedenin yamacında hikayeler dinleyerek şimdiyi inşa eden çocuk… gibi hayatın içinden bir dizi hikâye anlatılıyor.
Bekleme Salonu
Zamanın behrinde şeytan, inanmış birine “Burada tam olarak ne yapıyorsunuz?” diye sorar. O inanmış kişi “Hiç! Bitmeyen bir hikâye anlatıyoruz. Evreni ayakta tutan bir hikâye. Anlatılmadığında hiçbir şeyin kalmayacağı bir hikâye. Biz buna inanıyoruz. Bu bir görevdir; birileri bu görevi muhakkak yapmalıdır. Bir el bizi sustursa dahi hikâye durmaz. Çünkü herkes susturulamaz. Bilmediğimiz uzak bir diyarda biri hikâyemizi anlatıyordur.” diye cevap verir. Bekleme Salonu, işte böyle bir hikâyenin sesini, mesajını duyuruyor. Bundan ötürü de güncele takılıp kalmıyor. Varmak istediği bir yer var Bekleme Salonu’nun, doğduğu bir yer olduğu gibi.
Beni Beklemeyin
Beni Beklemeyin, psikolojik açmazları, kitlesel endişeleri, kişisel deneyimleri, hayatın yalnızlaştırıp kendine yabancılaştırdığı insanın tutsaklığını, var olma çabasını incelikli bir üslupla anlatıyor.
Şiir, masal ve tiyatronun imkânlarını öyküye taşıyan yazar; monologlarla, deneysel yöntemlerle öykü zeminini genişletiyor. Sanatsal incelik, estetik duruş ve şiirsel dil, öyküleri zenginleştiriyor; öykü atmosferlerini ayrıntılarla inşa etmesine imkân veriyor. Okur, can kulağıyla dinleyebileceği anlatımlarla yazarla birlikte uzun bir yolculuğa çıkıyor.
Beni Hikâyeden Çıkart
Kitap, usta, dağ, zehir ve şifa kavramları etrafında insana, topluma, mekâna, nesneye dair; ‘değer’in anlamına, bu anlamın biricikliğine, yeniden ve yeniden kavranabilineceğine; böylece kendi oluşumuza, benliğimize, aidiyetimize dair uzamsal bir atmosfer oluşturan Beni Hikâyeden Çıkart; kurgusu, dili, düşündürüp duyumsattıklarıyla çekiciliğini hep koruyacak. İddiasız, abartısız güzelliğiyle zamanı aşacak.
Bir Adım Ötesi Gece
Gündelik hayatın oluş, kuruluş ve yıkılış ânlarını kavramaya, anlatmaya yoğunlaşıyor Bir Adım Ötesi Gece. Kitapta sarılığa yakalanmış bir çocuğun, inanıp güvenerek baba ocağından telli duvaklı çıkan bir genç kızın, Tazelenmek lazım ayol diyerek kuaför koltuğuna kurulan kadınların, bir ocaktan şifa umanların arayışları öyküleştiriliyor. Yazarın ince dokunuşlarıyla giderek biricikleşip parıldamaya başlayan öykü kişilerinin hepsi, varoluş biçimleriyle benliklerinin bir yerinden yaralanan insanlarımıza, tanıdıklarımıza dönüşüyor. Hatta doğurmak, doğurulmak gibi hissettiren deprem, üzerine yazılıp çizilenlerle tahrip edilmiş bir duvar bile insanî ve toplumsal bileşenlerimizin duyumsanması için kişileştiriliyor.
Bir Bardak Su
Avrupa’da yaşayan Türkler, uzun yıllar önemli olayların, önemli hikâyelerin içinde buldu kendilerini. Bazen kahramanı, bazen izleyicisi oldular Avrupa’da geçen zamanın. Ama şimdiye değin yaşadıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini yazmaya, paylaşmaya ne vakit, ne dil bulabildiler. Avrupa’nın üçüncü kuşak Türkleri, hikâyelerini anadilleriyle anlatmaya başlıyor: Bir Bardak Su, böyle bir dil, anlam ve vakit arayışının ürünü.
Coğrafyalar değişir. Yaşantılar, alışkanlıklar, acılar, sevinçler değişir. Zaman değişir, geçmişle gelecek arasındaki köprü, insandır. Hatırlayış ve unutuş, yüzyıllar geçse de bâkidir. Bir Bardak Su, içeriden bir göz olarak insanın hikâyesini farklı perspektiflerden, farklı coğrafyalardan geçerek okuruna hatırlatıyor. Bu hikâyeler; susayanların, kayıpların, geride kalanların, resimlerin, pazarların, uzaklarda kalanlarla bekleyenlerin hikâyeleri.
Birkaç Güvenilir Rivayet
Özellikle aşk, dostluk, bağlılık, acı, hüzün, gelenek ve modernite temalarını gündelik hayatın akışı içinde, büyük bir ustalık ve rahatlıkla öyküleştiren Mustafa Mestûr, Birkaç Güvenilir Rivayet’le öykünün kurgu, teknik ve anlatım sınırlarını zorluyor. Hassas bir bakış, keskin bir dikkatle insana, topluma ve dünyaya bakan Mestûr, gördüklerini damıtarak son derece zarif bir dille kuruyor öykülerini.
Günümüz İran edebiyatının en lirik, en etkili öykü ve roman yazarı kabul edilen Mestûr, anlattıklarıyla okurlarının zihninde insanî güzellikler oluşturmayı sürdürecek.
Bu Senin Hikâyen
Hüseyin Akın, sarsıcı bir soruya cevap arayarak başlıyor öykülerine. Kendine has, sakin, derin, kıvrak, sürprize açık, mizahla örülü üslubuyla aktarıyor öykülerini. Sıradan durumlarda sıradışı ayrıntılar yakalayıp sarsıcı bir atmosfer kurmayı başarıyor. Okur, öyküler boyu yazarla birlikte yürüyor, yazarın yolculuğuna ortak oluyor. Mizahi diliyle öykü kişilerini, hâlleriyle hâlleşsinler diye okurun zihnine yerleştiriyor. Farklı öykü atmosferlerini ince kurgusuyla bir araya getirmeyi başarıyor. Hayatın doğal akışında süren öyküler, ince göndermelerle derin izler bırakıyor. Anlatımı bittiğinde de öyküler, okur zihninde oluşumunu sürdüreceğe benziyor.
Bu Senin Hikâyen; edebiyat dehlizlerini, türküleri, dizeler arasına gizlenen hikâyeleri, yerini yadırgayan hayvanları, eşyaların kırılan kalplerini, insan olmaya çabalayan kedileri, yakın ve uzak zamanlarla daha birçok düşünsel ve yaşamsal ayrıntıyı anlatıyor.
Bul Beni Doktor
Bul Beni Doktor, Türk öyküsünde taze bir soluk. Okur, Batı ve Doğu arasında bir yolculuğa çıkarken bir doktorun dünyaya bakışında mesleğinden nasıl unsurları kurgusuna sızdırdığına tanık oluyor. Hayatın ayrıntılarını gören, yeniden yorumlayan, hiçbir olayı sessizce kabul etmeyen güçlü öyküler okurunu bekliyor.
Eve Gitmeyen Yollar
Kişilerin yaşadığı hayatın derin bir yanılgı içinde olduğunu fark etmeleriyle başlayan maceralarına odaklanan Eve Gitmeyen Yollar, yanlış hayatların yalnızlığa gömülen kahramanlarının kendileriyle, hayatla yüzleşme çabasını anlatıyor. Ayrılık anları kitabın temel izleğini oluşturuyor.
Grafen Bulut
Grafen Bulut, insanın çelişkilerine dair bir dizge oluşturuyor. Yazar, insanın bu çelişkilerini derinlemesine bir dikkatle anlatıyor. Teknolojik gelişmelerin izlerini öykü formunu bozmadan, bilim kurguya yaklaşmadan, bilimin edebiyata sunduğu imkânları kullanarak aktarıyor. ‘İnsanî oluş’un ustalıkla öyküleştirildiği metinlerde yazar, bilimin bir edebiyat nesnesine dönüşmesinin yollarını arıyor. Öykü kişilerinin bilim insanlarından seçilmesi, onların gündemlerindeki insanî durumların öyküleştirilmesi çelişkileri, hesaplaşmaları, arada kalmaları da beraberinde getiriyor. İnsanın iç çelişkilerinin ayırdına başarıyla eğilen Ali Güney, çelişkilerin ayrıntılarına okurunu hakem kılıyor.
Grafen Bulut’un öykü kişileri, hayatı ıskalamaktan tedirgindir: Ancak yine de coşkulu kimselerdir; mızmız, bedbin, karamsar değillerdir. Hayata bağlıdırlar; hatta delicesine yaşamaya can atarlar. Kırılmış, parçalanmış dünyalarında başarısız olduklarını hissettikleri ânlarda dahi dile, öyküye tutunurlar.